10 Mayıs 2010 Pazartesi

Anelka


Malumunuz Fenerbahçe finansal gücüyle kalecileri ve takımları dize getirmeye devam ediyor. Son dedikodular ise kulislere bomba gibi düştü. Çarşamba günü özel uçakla gizlice İstanbul'a gelen Anelka Aziz Yıldırım'la Paper Moon'da bir yemek yedi. Hasret gidilen ikili yemekten sonra geçtiğimiz hafta sonu oynanan Liverpool Chelsea maçı hakkında konuşurken Anelka'nın ilginç ricasını Aziz Yıldırım gülümseyerek karşıladı ve eski futbolcusunu kırmadı. Şampiyonluk yolunda Manchester United ile kapışan Chelsea'nın önündeki en önemli engel olan Liverpool'un kaptanı Gerrard'ı cepten arayan Aziz Başkan EPL şampiyonluk yarışına da bu şekilde karıştı. Gerrard'ın buna karşılık olarak: "Başkanım zaten Manchester şampiyonluk sayısında bizi geçmesin diye yatacağız biz ama seni mi kıracağım imzayı ben atarım" dediği öğrenildi. Bunlar olurken Aziz Başkan'nın Anelka'yla Paris aksanıyla Fransızca Gerrard ile espirili bir İngilizce konuşması dikkat çekti.

Dün oynanan maçta Gerrard kırılma noktasında Drogba'ya inanılmaz bir ara pası atarak takımının mağlubiyetide baş rolü oynamıştı...

Çivili Krampon Haber - Amsterdam
Devamı - Anelka

Ulku

Günün en önemli haberi "Türkgücü Ülküspor"un kurulması. Futbol tarihimizde benzer bir örneği var mı diye bakıyorum ama bulamıyorum. Amatör bir spor klübü olarak kalırlarsa bence bir problem yok, sporcu etiği ve ahlakına uygun davrandıkları sürece tabii ki...

Fakat işleri ilerletip, profesyonel liglerde hatta üst liglerde oynamaya başlarlarsa o zaman işin rengi değişir. Siyasi bir parti ile açıkça ilişkisi bulunan bir takımın yaptığı her maç aynı zamanda politik mücadele olarak algılanacaktır, işin içine girecek futbol-dışı tartışma ve spekülasyonları düşünmek istemiyorum bile.

Olumlu ya da olumsuz görüşlerden bağımsız olarak, Türkgücü Ülküspor'un kurulması haliyle diğer siyasi fikir ve partilerin de benzer takımlar kurmasının yolunu açmıştır. Bu yoldan devam etmek isteyenler olur mu bilinmez ama, açıkçası bir futbolsever olarak siyasetin futbola asgari düzeyde temas etmesini savunuyorum. Nizam-ı alem gençliği, TKP'liler, AKP'liler ya da BDP'liler takım kurmaya kalkarsa sonumuz ne olur bilmiyorum.

"Ülkücü gençleri sokak kavgalarından uzak tutmak için, “silah değil bilgisayar kullanın” çağrısı yapan MHP Genel BaşkanıDevlet Bahçeli, bu konuda yeni bir adım attı. Bahçeli, ülkücü gençler için, “Türkgücü Ülküspor” adında bir spor kulübü kurdurdu.
Bahçeli, ülkücü gençlerin spor sahalarına ineceğini, kurdukları spor kulübünün adının Türkgücü Ülküspor olduğunu belirterek, “Kulübün adında Türk kelimesinin geçmesi konusunda İçişleri Bakanlığı’ndan bir mütalaa bekleniyordu. Olumlu yanıt geldi. Artık gençlerimiz için bir spor kulübü kurmuş bulunuyoruz” diye konuştu.
Kulübün beş ana dalda mücadele edeceğini kaydeden Bahçeli, bunları; “futbol, basketbol, voleybol, tekvando ve aikido” olarak sıraladı.

Atıcılık yok
Bahçeli, kulüpte atıcılık spor dalının olup olmayacağı konusunda şunları söyledi: “Atıcılık spor dalı olmayacak. Farklı şekilde ilişkilendirme yapılması ve yanlış yorumlar çıkarılmasını istemiyoruz. Bu nedenle atıcılık spor dalı olmayacak. Beş ana dalla yetineceğiz. Şimdilik yönetim kurulu oluşuyor. Sonra spor dallarının yönetimleri ve direktörleri belirlenecek.
Şu an hocalarla temaslar sağlanıyor. Alanında profesyonel isimlerle görüşülüyor. Herhalde ilk olarak futbol takımında hızla yol alacağız. Bu takımlarımız amatör kümede rahatlıkla mücadele edebilecek seviyeye gelecek. Daha da ilerlemelerini arzu ediyoruz.”

Amblemi bozkurt
Bahçeli, kulübün ambleminin küçük bir bozkurt resmi olduğunu belirterek, “Kırmızı beyaz rekli Selçuklu motifinin ortasında, ay yıldız ve küçük bir bozkurt resmi bulunuyor” dedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Daha önce gençlerin sokakta kavga değil, eğitimlerinin gelişen dünyaya ayak uydurmasını istemiştik. Bu yönde başarılı da olundu. Şimdi gençlerimizin enerjilerini sokaklarda değil, sahalarda harcamaları için girişim başlattık. Bu konuda da başarıya ulaşacağımız kanaatindeyim” diye kornuştu."



Kaynak: Milliyet Web Sitesi
Devamı - Ulku

Trabzon


Türkiye'den her hafta yalnızca bir takımın maçını izleyebilme hakkım olsa hiç düşünmeden Trabzon'u seçerim.Deli-dolu,tempolu bir takım...Muhakkak arkada çok önemli eksiklikleri var ama öndeki oyuncuları,gayretli,her biri birbirinden savruk,hareketleri kestirilmez,tahmin edilemez isimler...

Güneş Daum'a benzemez,daha doğrusu şu anki Dauma'a...Dönüştürmeye,değiştirmeye meraklı bir teknik adam,hiç alışık olmadığımız bir tür yani...Kesinlikle hazıra konmacı değil,korumacı,muhafazakar hiç değil.Amacı,aynı hayattaki gibi,kendini kabul ettirebilmek.Rakibi küçümsemeden tabii.Hatta titizlikle analiz ederek.Kendini tanımanın bir yolu da bundan geçer zaten:rakibini tanımak.

Engin,Burak,Umut,Alanzinho...Dahası da var:Serkan Balcı en son ne zaman zihnimizde bir iz bırakmıştı?Onur gibi bir kaleciye başka hangi teknik adam güvenebilirdi?Bu soruların teker teker ya da tümden tek cevabı Şenol Güneş'tir.Yarın Umut gol kralı olursa ya da Engin milli takıma alınırsa veya Alanzinho yurtdışına flaş bir taransfer gerçekleştirirse,bu olanların hepsini Güneş'e borçluyuz demektir.Unutmadan,bu takımın asıl temellerinin Ersun Yanal döneminde atıldığını da belirtelim.Sadri Şener yönetenler sınıfının en iyi niyetli,en "yönetilen görünümlü" başkanıdır.Dileyelim,Yanal'ı gönderirken yaptığı hatayı şimdi tekrarlamasın.

Fatih Terim Türkiye'nin en büyük hocasıdır,onun getirdiği kupanın bir benzeri daha gelmemiştir Türkiye'ye,Mustafa Denizli nev-i şahsına münhasır,özel bir adamdır.Öyle ki,dediklerine inanmak zorunda hissedersiniz kendinizi...Ama Şenol Güneş hiç abartmıyorum,Trabzonla uzun yıllar çalışabildiği takdirde,ülkenin Arsene Wenger'i olabilecek tek teknik direktördür.Bu topraklara ait bir büyü aranacaksa,ilk olarak Şenol Güneş'in o "bizden" görünüşünün altındaki sabırlı,vakur, UzakDoğulu bilgeye veya öğrenmeye aç,hırslı,Batılı aydına bakılmalıdır.

Bir paragraf da Engin için yazalım.Şimdi söylemenin pek bir anlamı olamayacak ama Engin'i uzun zamandır hayranlıkla izleyenlerden biriyim.Öncelikle,yurtdışında yetiştiğinin en iyi göstergesi olan,yüksek özgüveni beni çok etkiliyor.Topu kaybetmesi hiç umrunda olmuyor,doğru işi yapana kadar topla oynamayı seviyor.Bilekleri inanılmaz gelişmiş bir futbolcu,orta sahada da basması,top kapabilmesi onu günümüz statik orta sahalarından ayırıyor.Düzgün bir planlamayla ülkenin en önemli futbolcularından biri olabilir.
Devamı - Trabzon

Ingiltere


İngiliz futbolu dendiğinde aklımıza ne geliyor? Klasik kesim bir ada futbolu için uzun paslar, kanat bindirmeleri ve ceza sahasına yüksekten ve çizgiden inen ortalar lazım. 4-4-2'nin adeta tabu haline geldiği bu futbol tarzının bizim pek de konuşmadığımız bambaşka bir yönü var. İngilizler sadece modern futbolu icat etmekle kalmadılar, takım ruhunu da herkesten önce yakaladılar. Günümüzde disiplin kelimesi aklımıza Almanları getirse de, İngiliz futbolu aslında kıtadaki bütün rakiplerinden daha sert bir ast-üst ilişkisine ve asker disiplinine sahip bir futbol ekolüdür. Britanya'da futbolcular askerdir ve tek bir generalin emri altındadırlar: teknik direktörün. O yüzden futbol uluslararası yıldızlar yetiştirme çağına girdiğinde, nasıl İtalyan ve İspanyollar büyük futbolcu yetiştirdiyse İngilizler de önce büyük teknik direktör yetiştirdiler. Kıtada, Puskaş, Di Stefano, Sivori gibi yıldızlar varken, Britanya'da Jock Stein ve Bill Shankly gibi gerektiğinde sert, gerektiğinde babacan ama her zaman mutlak patron olan teknik direktörler yıldız mertebesine yükseldiler. Taraftarlar onların adına pankartlar açıp, zafer şarkıları söylerken Britanya futbolu da zaten ilk başarılarını bu generallerin emrindeki asker-futbolcularla kazandı.

Bölüm 1: Lizbon'un Aslanlarından Heysel Kapılarına

1967'nin "Lizbon Aslanları" hakkında çok şey yazılıp çizildi. Tamamı Glasgow ve çevresinde doğup büyümüş İskoç ve İrlandalı oyunculardan oluşan Celtic takımı, Lizbon'da Helenio Herrera'nın yıldızlarla dolu İnter takımını yendiğinde sanılanın aksine İngiliz futbolunda aslında hiç bir şey değişmedi. Bu tarihi başarı Britanyalıların takım oyununa ve "tek yıldız vardır o da menejerdir" düsturuna daha da bağlanmasını sağladı. Zaten Lizbon Aslanları hala Jock Stein'in takımı olarak bilinir ve oyuncularının hiç biri uluslararası bir üne ulaşmamıştır. Tıpkı Shankly'nin takımını hatırlamamız ama o dönemden aklımıza doğru düzgün bir Liverpool oyuncusunun gelmemesi gibi...


Britanyalılar'ın niye böyle bir yol izledikleri ile ilgili çeşitli teoriler var. Benimkisi son derece basit bir yaklaşım: İngiltere kısa süren Cromwell dönemi dışında Viking istilasından beridir monarşi ile yönetiliyor ve bununla ilgili pek de sıkıntıları yok. Zor zamanlarda liderlerinin arkasında toplanılması ve birlik halinde hareket edilmesi gerektiğine dair derin bir inanç, kültürlerinin içine işlemiş durumda. Buna yüzyıllardır devam eden aristokrasiyi de ekleyince aslında karşımıza çıkan tablo, herkesin çocukluktan beri nerde nasıl davranması gerektiği adeta genlerine işlemiş, yerine göre hem yönetmeyi hem de yönetilmeyi çok iyi bilen bir toplum... Böyle bir toplumun sporu olan futbolda da, kralların yerini teknik direktörlerin (menejerlerin) alması kadar doğal bir şey yok.

Teknik direktörün mutlak hakimiyeti ve başarıdan sık sık rol çalmasına rağmen, İngilizler de Stanley Matthews'den beridir pek çok yıldız yetiştirdiler. Bu oyuncuların pek çoğu kıta takımlarına transfer oldu, oralarda da başarılara imza attılar. Fakat İngilizler ne kadar kıtasal mücadelenin içinde olsalar da, futbolları ve futbola bakışları hep kendilerine has oldu. Bu derin fark yüzünden de, başarılı örneklerin yanısıra pek çok üstün yetenekli futbolcu ve strateji dehası teknik direktör kıta takımlarında beklenenin çok altında performans gösterdiler. Fark o kadar derinlere işlemişti ki, İngiliz taraftarlar ve taraftarlık kültürleri bile kıta Avrupası'nda uzaylı gibi karşılanıyordu. Bunun en acı örneği 1985'te Heysel'de yaşananlardır; İngiliz Holiganlar her maç öncesi yaptıkları koşma hareketiyle -aptalca bir fikir olmasına rağmen- Juventus taraftarlarına gözdağı vermek istediler, İtalyanlar üzerlerine koşan İngilizler'in onları döveceğini düşündüler. Aralarında pek çok kadın ve çocuğun olduğu Juventus taraftarları panik halinde çıkışlara kaçıştılar ve o arbede esnasında onlarca kişi ezildi ve hayatını kaybetti. Bu olay sonrası İngiliz takımları 5 yıl (Liverpool 8 yıl) Avrupa kupalarından men edildi. Heysel bu açıdan bakıldığında, farklı kültürlerin etkileşimlerinin bazen ne kadar ölümcül sonuçlar doğurabileceğine dair acı bir örnektir.


Heysel faciası ve sonrasında yaşananlar aslında İngiliz Futbol Rönesansının miladı sayılabilir. Bu olay sonrası İngiliz taraftarlık kültürü baştan ele alındı. 1985 cezasına kadar Avrupa'da fırtınalar estiren İngiliz takımları bir anda oda hapsi ile cezalandırılmışlardı. Bunun futbolun kendisine de ciddi etkileri oldu. Waddle, Hoddle, Allen, Lineker ve Hughes gibi yıldızlar (sonradan buna Gascoigne da eklendi) Avrupa kupalarında oynamak için İtalya, İspanya ve Fransa liglerine gittiler. Zaten yabancıların fazla tutunamadığı ağırlıklı olarak Adalı yıldızlara sahip İngiltere ligi, bir de Adalı yıldızların en iyilerini kaybedince futbolda tepetaklak bir iniş yaşadı.

Bölüm 2: The British Empire Strikes Back!

Bu tepetaklak inişi sona erdiren ve hayata dönüşü sağlayan iki önemli olay da futbol sahası dışında yaşandı. 1992'de Birinci Lig, Federasyon'dan özerklik kazanıp Premiyer Lig adı altında bir şirkete dönüştü. Amaç, bütün Premiyer Lig takımlarının gelirlerini arttırıp, İngiliz futbolunu ayağa kaldırmaktı. En önemli gelir ise, o zamanlar potansiyeli tam kavranmamış bir kaynaktan geldi: şifreli kanallardaki maç yayınları. 1992'de yapılanma henüz tamamlandığında, Premiyer Lig yöneticilerinin yaptığı ilk iş canlı yayın ihalesi açmak oldu. İki ciddi aday yarıştı: ITV 40 milyon pound tutarında bir teklif verirken, BSkyB tam 300 milyon poundluk bir teklif ile maçları paralı kanalda yayınlamayı taahhüt etti. Döneminin en pahalı canlı yayın ihalesini gerçekleştirmeyi başaran İngilizler için de Premiyer Lig efsanesi bu ihale ile başlamış oldu.


Hikayenin bu bölümden sonrası futbolu özellikle de Britanya Futbolu'nu takip edenler için son derece tanıdık. Premiyer Lig önce diğer rakibi olan İskoç Ligi ve Old Firm'ü solladı, Ada içindeki liderliğini tartışılmaz bir hale getirdi. Sonrasında, dönemin en pahalı ligi olan Serie A başta olmak üzere Avrupa'dan futbolcu ithaline başladılar. Buna ikinci dalgada, İngiliz futbolunu benimsemiş oyuncu-antrenörler (Vialli gibi) ve yabancı teknik direktörler (Wenger gibi) eklenince, daha 10 sene öncesinde yabancı oyuncunun İrlandalı olmak anlamına geldiği İngiliz ligleri, paraya ve yabancıya boğuldu.

Yabancılar sadece futbolun seyir zevkini değiştirmediler. Oyunun yapısını, taktikleri ve saha dışını da değiştirdiler. Artık kaprisli ama son derece yetenekli Avrupalı ve Latin yıldızlarla çalışan teknik direktörler yavaş yavaş generallikten yöneticiliğe kendilerini devşirdiler. Klasik Ada futboluna alternatif İtalyan ve Fransız tarzı oyunlar ve bunların karmaları ortaya çıktı. Kıtanın sıkı idman programı da Britanya Futbolu'nun göbeğine yerleşti. 70'ler ve 80'lerde alkole ciddi yetenekler kurban veren İngiliz futbolu, yabancı hoca ve kondisyonerlerin yardımıyla profesyonel futboldaki alkol bağımlılığını asgari seviyeye indirdi. Bunun en kayda değer örneği kuşkusuz Arsenal'in kaptanı ve bayrak adamı Tony Adams'tır. Wenger gelmeden önce alkol yüzünden kariyeri bitme noktasına gelen Adams, Wenger'in desteği ile kendini toparlamış ve üst düzey futbolunu 35-36 yaşlarına kadar sürdürebilmiştir. İngiliz oyuncular güçlendikçe ve yabancı oyuncularla rekabetleri arttıkça futbolun kalitesi kısa sürede müthiş bir sıçrama gösterdi.


Bu gelişimin baştacı herhalde 1999 Şampiyonlar Ligi finalidir. Son dakika golüyle Bayern Münih'i yıkan Manchester United, bu başarısıyla Heysel sonrası İngiltere adına ilk büyük kupayı kazanmakla kalmıyor, Premiyer Lig'de gösterdiği başarıyı kıtasal düzeye de taşıyordu. 1999'dan sonra İngilizler iki kere daha bu kupayı kazandılar. Manchester United'ın başını çektiği mücadeleye zamanla Arsenal, Liverpool ve Chelsea de katıldı. Rekabet ve kazanılan para diğer liglere o kadar fark attı ki, pek çok yıldız oyuncu İtalya ya da İspanya'da iyi bir takımda oynamak yerine, sırf Premiyer Lig'de oynamak için Bolton, Middlesborough gibi takımların yolunu tuttu. İngiliz takımlarının çoğunun hisselere sahip şirketler olması, yurtdışından ciddi yatırımcıları çekti. 3. lige kadar her ligde, neredeyse her takımı başka bir ülkenin işadamı aldı. Stadyumlar yenilendi, stad ve stad dışı gelirlerde, lisanslı ürün satışlarında patlama yaşandı. Her şey İngiliz Futbolu için güzel gidiyordu ve eğer ekonomistlerin tahmini doğruysa, İngiliz Ligi daha önce hiç bir ligin başaramadığı şekilde Avrupa futbolunu domine edecekti gelecek yıllar içinde.

Fakat ekonomik tabirle "Boom" diye adlandırılan bu lale devri düşünüldüğü kadar uzun sürmedi. Bir adamın İngiltere'ye gelişi ile bütün dengeler değişti...

Bundan sonrasını ve Fulham'ın nasıl bir ortamda başarıya koştuğunu yazının ikinci bölümünde anlatalım...
Devamı - Ingiltere

Amsterdam


Flying Dutchman'ın organize ettiği "FD Avrupa Organizasyonu" kapsamında bu cumartesi akşamı Amsterdam'da buluşuyoruz. Sanırım şu an altı blogger geliyor ve FD ilgili yazısında katılmak isteyen olursa rezervasyonda boşluk olduğunu söylüyor. Heyecanlı ve güzel bir gün olacak...
Devamı - Amsterdam